Mesleğe ilk başladığım yılların ardından, denetim elemanlığının en çok nesini seviyorsun diye soranlara, “Ülkemin keşfedilmeyi bekleyen sırlarıyla dolu topraklarına yolculuk etmeyi” ve “insanlarını tanımayı” derdim. Sonraları öğrendim, o yolculuklarda kendimi ve yol arkadaşlarımı daha iyi tanıdığımı.
Planlı, plansız bir çok yolculuk yapmaya devam ediyorum, belki sayıları daha azaldı bu yolculukların ama sanırım artık daha yüksekten bakıp önceleri göremediklerimi görmeye başladım. Hani derler ya, “yaş artınca aslında daha yükseğine ermişsinizdir o dağın ve görüş açınız genişlemiştir” diye. Aynen öyle. Aslında şu son on yılda daha fazla özlediğim şey, yolculuklar. Yollar ve yolculuklar kuşlar gibi özgür hissetmemi sağlıyor, zira. Ne acı ki, kendimizi hapsettiğimiz sözde uygarlık beşiği büyük kentler, aslında ömrümüzü tüketmekte, barındırdığı onca imkana karşın.
Longoz kelimesini ilk kez okuduğumda, Marmara Adası’ndan İstanbul’a dönüş yaptığımız feribottaydık. Derginin adını hatırlamıyorum ama söz konusu gezi yasını hızla okumuş, İğneada tarafına bir gün giderim diye hayal kurmuştum. Hayal etmekle de kalmamış, geçen yaz ortasında İğneada’ya nasıl gidilir? Nerede kalınır? diye kısa bir arayışa da girmiştik sevgili eşim Ülkü ile. Sonra Ramazan gelince vazgeçmiş, ertelemiştik; ilk “longoz” ziyaretimizi.